KAYBEDİLEN İLİMİZ ŞEBİNKARAHİSAR'N BİR HİKAYESİ
Ataşehir Giresunlular Derneği yönetim kurulu eski üyesi, Şebinkarahisarlı hemşerimiz Finans danışmanı Mustafa Erdoğmuş'un Şebinkarahisar geçmişi ve geleceği üzerine kaleme aldığı emek ve sabır dolu inceleme ve araştırma hikayesi;
Çok uzun bu öyküyü sabır ile sonuna okumanızı, bütün hemşerilerimizin bilgilenmesi konusunda ısrar ettiğimiz ve hiçbir yerde okumadığınız, değişik bakış açısı ile kaleme alınan hemşerilerimize tavsiye edeceğimiz gerçek bir yaşanmış hikâye
GERÇEK YAŞANMIŞ BİR HİKAYE
Aşağıda okuyacağınız yazı, eski ilimiz olan Şebinkarahisar'ın dünü ve bugününden bahseden, alışageldiğimiz aktüel yazıların dışında, bir hemşerimizin başından geçenlerinin de anlatıldığı hikâye tarzında yazılmıştır. İlk bakışta uzun görüldüğü için bazı okuyucularımız bu yazıyı okumaktan vazgeçebilirler. Ancak hemşerilerimiz bu yazıyı, makale olarak değil de, ellerine geçen küçük bir hikâye kitapçığı niyetiyle sabır göstererek okurlarsa sanırım o zaman hoşlarına gidecek, sonunda eski ilimiz hakkında da birtakım bilgilere sahip olacaklardır.
Şimdi hikayemizle sizleri baş başa bırakıyorum.........
Tarihte Anadolu Toprakları üzerinde birçok şehir kurulmuştur. Ancak bunlardan isim benzerliği olan "Karahisar" adında iki şehir vardır ki bu tarihi şehirlerden biri Orta Karadeniz Bölgesinde, diğeri ise Batı Anadolu Bölgesindedir. Bu iki şehir acaba kardeş midir? Acaba neden isimleri "Karahisar" olmuştur? Acaba bunlar aynı kaderimi paylaşmışlardır? Bu sorulara kısaca değindikten sonra konumuza devam edelim. 'Hisar'" bilindiği gibi kuşatma anlamına gelmektedir. Bu iki şehir de kuşatılarak, can verilerek, acılarla elde edildiği için adlarına da "karahisar" demişler, her iki şehre de kara taşlardan büyük bir kale yapmışlardır.
Cumhuriyet ilan edilmeden önce bu şehirleri birbirinden ayırt edebilmek için Orta Karadeniz Bölgesinde olanına, Doğu Karahisar anlamına gelen Şark-ı Karahisar, diğerine de Batı Karahisar anlamına gelen Garbı-ı Karahisar denilmiş, Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte isimleri Şebinkarahisar ve Afyonkarahisar olarak tescil edilmiştir. Tarihte çok önemli olaylara şahit olan bu kardeş şehirlere yeni isimleri verilirken topraklarındaki şap madeni ile afyon bitkisi önemli etken olmuştur.
Bu şehir, tarihte çektikleri acılara karşılık o zamanın yöneticileri tarafından vilayet yapılarak onurlandırılmıştır. Bugün bu iki kardeşten Afyonkarahisar, vilayet olmayı gururla sürdürmeye devam ederken, Şebinkarahisar ancak on yıl kadar vilayet olabilmiştir. Büyük Osmanlı Devletine Sancak Beyliği yapan Şebinkarahisar'ın vilayetliği 78 yıl önce elinden alınarak bu şehir kara talihi ile baş başa bırakılmıştır.
Bu iki şehrin kuş bakışı çekilmiş fotoğraflarına bakıp ayrı ayrı inceleyecek olsak acaba aralarında bir benzerlik görebilecek miyiz?
Bazen ilk defa gördüğümüz birini, bir dostumuza o kadar çok benzetiriz ki bu benzerlik karşısında "dünya da insanlar çift yaratılmışlar" demek zorunda kalırız. İşte bu iki şehrin fotoğraflarına dikkatlice baktığımız zamanda bu şehirlerin isimleri gibi coğrafi yapıları ve fiziki özellikleri bakımından da aralarında ki benzerlik hemen gözümüze çarpar. O zaman, acaba şehirlerde mi dünya da çift oluşmuşlar diye bir düşünce aklımıza gelir. Ama bu iki şehrin ileriki yıllarda kaderlerinin hiç de aynı olmadığı görülmektedir.
Şebinkarahisar'ın vilayetliği elinden alınmasından sonra bu tarihi şehir ilçe olarak Giresun'a bağlanmıştır. Bölgesinde birçok tarihi eser bulunan Osmanlı Devletine sancak Beyliği yapmış Şebinkarahisar, illiği elinden alındığı günden bu güne kör talihini yenip yeniden vilayet olabilmek özlemi ile yanıp tutuşmaktadır.
Şebinkarahisar bizim eski vilayetimiz ve bugünkü ilçemizdir. Ancak belli bir yaşın üstündeki hemşerimize nerelisiniz diye sorduklarında, onların birçoğunun dilleri, Giresunluyuz demeye bir türlü varmaz, hep eski ilimizin ismini söylerler.
Bu hemşerilerimize biraz da hak vermek gerekir. Çünkü Giresun'un, Karadeniz sahillerindeki şehirlerinin kendine has kültürleri vardır ve bu özellikleri ile iç kısımlardan ayrılırlar. Şebinkarahisar şehrimizde, konuşma lehçesi ile kültürel ve sosyal yapısı ile Karadeniz Sahillerindeki şehirlerden çok farklı bir yapıya sahiptir.
Bu kültür farklılığının yanında İlçemizin, Giresun'a uzak olması dolayısı ile devlet bürokrasisinde zorunlu olan işlemleri yaptırabilmek için özellikle geçmiş yıllarda vilayete gidip gelirken hemşerilerimiz büyük sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Bugün memleketimizde ulaşım ve telekomünikasyon alanında bazı kolaylıklar sağlanmış olsa da vilayete gidip gelmelerde ve zamanında işlerin bitirilmesinde yine bir takım zorluklar yaşanmaktadır.
1980 li Yıllarda Şebinkarahisar
Yazımın bundan sonraki bölümünde 1980 yıllarına gidip, Şebinkarahisar sevdalısı olan hemşerimiz Yüksel Ağabeyin, bir işini yaptırabilmek için o yıllarda vilayetimiz Giresun'a gidip gelirken başından geçen olaylara yer vermek istiyorum. Böylelikle 1980'den bugün kadar Şebinkarahisar' da nelerin değişmiş olduğunu görmüş ve bunun muhasebesini hep birlikte yapmış ve sonrada Şebinkarahisar neden yeniden il olmalı? Sorusunun cevabını hep birlikte arayıp devlet yetkililerimizin kulaklarını bir kez daha çınlatmış oluruz.
Aşağıda kısa bir hayat öyküsünü sunacağım değerli hemşerimiz Yüksel Ağabey, Şebinkarahisar kültürünü ruhunun derinliklerinde yaşatan bir Anadolu insanıdır. Eski Sancak Beyliği olan bu şehir, bir zamanlar onun vilayeti idi. Bir şeyler bahane edilerek, zamanın yöneticileri tarafından bu şirin şehir yıllar önce vilayet olmaktan çıkartılarak ilçe yapılmıştı. Kısacası Yüksel Ağabeyin vilayeti kaybedilmişti. İnsan kaybettiği çok değerli bir varlığın üzüntüsünü nasıl yaşarsa, işte Yüksel Ağabeyde o üzüntüyü yaşamıştı. Şehrinin yeniden il olmasını beklemeye daha doğrusu kaybedilen ilini aramaya başlayan Yüksel Ağabeye, "boşuna bekleyip durma, senin şehrin artık bir ilçedir. İlin ise şu dağların ötesindeki Giresun şehridir, vilayetle ilgili yapılması gereken ne işlemin var ise oraya gidip yapabilirsin" demişler ve onu dağların arkasındaki uzak bir yere göndermişlerdi.
İşte Hemşerimiz Yüksel Ağabeyin kısa bir hayat öyküsü ve yaşadıkları
1960 lı yıllarda, birçok Anadolu insanının yaptığı gibi, Yüksel Ağabeyde daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak ve çocuklarına daha iyi bir gelecek hazırlayabilmek için o zamanlar taşı toprağı altın denilen İstanbul'a gelip yerleşmiş ve inşaat işlerinde çalışmaya başlamıştı. İstanbul'da inşaat sektöründe çalışıyordu ama umduklarını bulamamıştı. Asıl taşı toprağı altın olan İstanbul değil büyüdüğü ve soğuk sularını içtiği o güzelim Anadolu toprakları idi. Yüksel Ağabey bunu çok iyi anlamıştı ama bir daha köyüne geri dönmesi artık onun için mümkün değildi. Köyde yaşamış oldukları sık sık rüyalarına giriyor, memleket hasretini sürekli yüreğinde taşıyordu. Tabiî ki fırsat buldukça da köyüne gidip hasret gidermeyi ihmal etmiyordu. Köyüne gittiğinde ekin biçtiği, koyun güttüğü, geven söktüğü, çelik çomak oynadığı o toprakları sevgilisinin yüne bakan bir aşık gibi seyretmek ona başka bir haz veriyordu. O İstanbul'a yerleşip de, geldiği yerleri unutanlardan hiç olmamıştı. O toprakların çocuğu olmakla her zaman gurur duyuyor ve bunun bir nişanesi olan terekli kasketini de başından hiç çıkarmıyordu.
1970 li yıllarda Ülkemizde ekonomik krizler yaşanmış, insanlarımızın bir kısmı işsiz ve aşsız kalmıştı. Elindeki birkaç kuruşu olanlar, yağ ve tüp gaz gibi temel ihtiyaç maddelerini alabilmek için saatlerce kuyruklarda beklemek zorunda kalıyorlardı. Bu ihtiyaç maddelerini bulup alabilenler ise kendilerini çok şanslı hissediyorlardı. Üstelik sağ, sol kavgaları ile körüklenen anarşik olaylar da giderek tırmanmış, sağ ve sol gruplar tarafından mahalleler parsellenmiş ve şehirlerdeki hayatı çekilmez hale getirilmişti. Akşam belli bir saatten sonra bir mahalleden diğer bir mahalleye gidebilmek cesaret işi idi. Sendikaları ve diğer sivil toplum kuruluşlarını ele geçiren çeşitli ideolojik gruplar yaptıkları eylemlerle çalışanları ve öğrencileri kendi emelleri doğrultusunda yönlendiriyorlardı. Ülkede huzur kalmamış ve fabrikalarda üretim durmuştu. İşte köyünden ayrılıp İstanbul'u kendine mekân tutan Yüksel Ağabey, yaşanan bu olumsuzluklardan büyük ölçüde etkilenerek işsiz kalmış ve iş aramaya başlamıştı. Ülkemizdeki bu ekonomik sıkıntılar, bazı inşaat şirketlerini yurt dışında iş aramaya itmişti. Yurt dışında iş alan bu şirketler, çalıştırmak üzere o ülkelere işçi götürmeye başlamışlardı. İşte Yüksel Ağabeyde bazı arkadaşları gibi yurt dışına gidip rızkını oralarda aramak istiyordu.
Mesleğinin inşaat ustalığı olması dolayısı ile bu onun için şans olabilirdi. Çünkü o dönem Arap ülkelerinde iş alan Türk İnşaat şirketleri oralarda çalıştırılmak üzere işçi arıyorlardı. Yüksel Ağabeyde bu şirketlerden biri ile hemen irtibata geçmiş ve yapılan görüşmeler müspet sonuçlanmıştı. O artık yurt dışına gidecek şanslı işçi adaylarından biri idi ve bu duruma çok sevinmişti. Ancak yurt dışına gitmek için hazırlıklara başladığı o günlerde ülkemizde önemli bir gelişme olmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980 günü sabaha karşı, yaşanan olumsuzluklara ve anarşik olaylara son verip huzuru sağlayabilmek için ülke yönetimine toptan el koymuştu.
Hemşerimiz Yüksel Ağabey, yurt dışına gitmek için kesin kararını vermiş ve gideceği ülkenin başkonsolosluğuna giderek, yurt dışında çalışmak için hangi evrakların gerekli olduğunu öğrenmişti. İşsizlik onu bunalmıştı, bir an evvel işe girip çalışmak istiyordu. Zaman kaybetmek aleyhine olabilirdi. Bunun için nüfusunun kayıtlı olduğu Şebinkarahisar'a gidip Yurt dışına çıkış için gerekli belgeleri tedarik etmesi gerekiyordu. En önemli belge ise Pasaporttu ve bu belgeyi alabilmek için önce Şebinkarahisar'a sonra da vilayete gidecekti. Bunun için vakit kaybetmeden otobüs biletini alıp yola koyulmuştu. Ertesi gün Şebinkarahisar'a ulaşan Yüksel Ağabey, bir tas çorba bile içmeden hemen ilgili kamu kurumlarına başvurarak gerekli belgeleri hazırlamaya başlamıştı. Bundan sonrasını o günün devlet bürokrasisinde ve Giresun'a gidip gelirken yaşamış olduklarını kendi anlatımı ile aşağıda okuyacaksınız. İşte Yüksel Ağabeyin anlattıkları:
" Çalışmak için Yurt dışına gitmeye karar verdiğimden, gerekli belgeleri hazırlamak için Şebinkarahisar'a gelmiştim. Mevsimlerden kıştı, havalar soğuk ortalık ana baba günü idi. Yurt dışına çıkış için önemli bir belge olan Pasaportu almak için Giresun'a gitmem gerektiğini söylemişlerdi. Ancak Giresun'a gitmek için yolcu götüren minibüs firması yetkilileri ile görüştüğümde, kış dolayısı ile Eğribel'in kapalı olduğunu ve o gün Giresun'a sefer yapılmayacağını söylemeleri beni şoke etmişti. Ertesi gün olduğunda yine verilen cevap "Eğribel Kapalı" olmuştu. Üçüncü gün firmaya tekrar gittiğimde ise Eğribel'in kısmen açıldığını, zorda olsa ulaşımın sağlanabildiğini söylemişlerdi. Zorda olsa bu çileli yolculuğu yapmam gerekiyordu. Vakit kaybetmeden benim gibi Giresun'a gitmek için bekleyenlerle birlikte sabah saat sekiz de minibüse binmiş ve yola çıkmıştık. Eğribel' Dağını aşıp saatler sonra Giresun'a geldiğimizde saat öğleden sonra on iki buçuğu gösteriyordu. Ancak beş saate yakın bir zamanda ilimize ulaşabilmiştik. Saatin on iki buçuğu göstermesi demek, Kamu dairelerinin öğlen yemeği ve öğlen istirahatı için çalışmaya ara verildikleri anlamına da geliyordu. Bu uzun yolculuktan sonra bir saat daha vakit kaybedecektim. Nihayet kamu daireleri açılmış ve çalışmaya başlamıştı. Vilayet konağına gidip yurt dışına çıkmak için zorunlu olan belgeleri tamamlamaya başlamıştım ama bu belgeleri hazırlamanın burada iki günümü alacağını önceden bilebilmem mümkün değildi.
Nihayetinde vilayetteki işlerimi iki günde bitirmiş ve derin bir nefes almıştım. Yurt dışına çıkış için gerekli evrakları tamam olmuştu ama Şebinkarahisar'dan Giresun'a gelirken yolda yaşadığım çetin doğa şartlarını, işlerimi bir an evvel bitirebilmek için vilayette kalarak orada geçirdiğim zamanı, yaşadığım maddi ve manevi zorlukları, memurların umursamaz tavırlarını gözlerimin önüne getirip adeta kahrolmuştum. Şebinkarahisar, il iken bu şehrin illiğini geri alan yöneticilerimiz hakkında pek de iyi şeyler düşünmemiştim. Bir belge almak için karlı dağları aşıp vilayete ulaşan ve benim yaşadığım zorlukları orada yaşayan her kim olursa olsun her halde aynı şeyleri düşünmekte idi.
Hazırladığım belgeleri çantama yerleştirmiş ve o mutlulukla ilçemiz Şebinkarahisar'a dönmek için minibüslerin yazıhanesine gelmiştim. Halimden eski vilayetime şimdiki ilçemize gideceğimi anlayan oradaki yetkili şahıs, bana bakıp Eğribel'in kapalı olduğunu Eğribel'in ne zaman açılacağının da belli olmadığını söylemesin mi. O şahsa ne diyeceğimi şaşırmış, yazıhanedeki eski bir koltuğa yığıla kalmıştım. Bu şahsa ne diyebilirdim ki, yaşanan ani şok ile bir şey söyleyecek olsam herhalde " be adam Eğribel kadar başına taş düşsün " diyebilirdim. Tabi ki adamın bir günahı yoktu ve doğru olanı söylemişti. Bu söz karşısında vilayetteki evrakları tamamlamış olmam nedeniyle azıcık dahi olsa tatmış olduğum mutluluğu bir anda kaybetmiştim. Minibüs yazıhanesinde oturup ilçeye giden yolların açılmasını beklemeye başlamıştım. Bu bekleyiş esnasında duymak istediğim en mutlu haber "Eğribel açıldı" haberi olacaktı. Ama bu haber bir türlü gelmiyordu.
Benimle birlikte bekleyen bir iki kişi daha vardı. Öyle zor durumda kalmıştım ki Şebinkarahisar'a yürüyerek dahi olsa gitmeyi göze almıştım. Sonunda biraz uzayacak olsa da ilçeye başka bir yoldan gitmeye karar vermiştik. Çünkü Eğribel'in belini ne zaman doğrultacağı belli değildi. Değişik vasıtalarla Ordu - Tokat, Tokat - Mesudiye, Mesudiye – Suşehri ve Suşehri - Şebinkarahisar şehirleri arasında yaklaşık on saat bir yolculuktan sonra Kınık Köyü'nün altındaki yolda minibüsten inmiştim. O zamanlar İstanbul yolu Kınık Köyü'nün alt tarafından geçiyordu. Vakit gece ve etraf bembeyaz karlarla kaplı idi. Bu beyazlık yolumu aydınlatacak ve köye gidişimi kolaylaştıracaktı. Öyle de olmuş ve gece yarısına doğru yürüyerek köye ulaşmıştım. Ayaklarım ıslanmış ve çok yorulmuştum. Bu yorgunluğum en az iki gün istirahat etmekle geçebilirdi. Islanan çoraplarım sobanın yanında kururken ben de eksik belgeleri tamamlamayı düşünüyordum. Yatıp istirahat etmek sanki bana yasaktı gözüme uyku bir türlü girmiyordu. Vilayetten gerekli belgeleri almıştım ama aldığım bu belgeleri gösterip ilçeden de almam gereken evraklar da vardı.
Sabah olunca ilk işim hemen ilçeye gitmek olmuştu. Buradan alınacak belgeler için ilgili devlet dairelerine başvurulara başlamıştım. İlk önce askerlikle ilişiğimin olmadığına dair belgeyi alabilmek için Askerlik Şubesine başvurdum. Başvurdum diyorum ama başvurmak için daha askerlik şubesinin kapısından içeri adımımı tam atmak üzereydim ki oradaki bir asker görevli bana ;
- Çabuk o başındakini kasketi çıkar! diye sert bir şekilde bağırmasın mı? Moralim tekrar alt üst olmuştu. Ne yapacağımı ve ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Bu sert ikaz karşısında gayri ihtiyari bir şekilde bende ;
- Hayır şapkamı çıkarmam, demiştim.
Askerlik şubesindeki görevli ile şapkayı çıkarıp çıkarmamam konusu uzadıkça uzamış ve gereksiz bir münakaşaya dönüşmüştü. Kolundaki işaretlerden rütbeli olduğu belli olan bu görevli asker kapıda nöbet tutan askere :
- Bu şahıs kafasındakini şapkayı çıkarmazsa sakın içeri alma! deyip odasına girmişti. Nöbetçi asker, şapkamı çıkartmam konusunda beni ikna etmeye çalışıyordu. Sonunda bende askeri zor durumda bırakmamak için kasketi çıkartıp içeri girmiştim. İçeriye girdiğimde kapının tam karşısında oturan görevliye;
- Askerlikle ilişkim olmadığına dair bir belge almak istiyorum, demiştim.
Bu görevli de el işaretiyle karşısındaki odayı göstererek, istenen belgeyi oradan alabileceğimi söylemişti. İşaret edilen odaya girdiğim zaman bir de ne göreyim, dışarıda tartışmış olduğum şahıs orada oturuyordu. Benim odaya girmek üzere olduğumu görünce bu sefer yanındakine;
- Bu şahıs hemen karakola gidip ifade verecek! Demesin mi. Bu söz benim için askerlik şubesinde yaşadığım ikinci şok oldu. Ben bu ülkenin bir vatandaşı idim. Bu görevlilerin vazifesi de vatandaşa hizmet değimli idi? Peki öyle ise acaba bana neden böyle davranıyorlardı? Buna benzer çeşitli sorular aklımdan gelip geçiyordu. Belki de bu davranışlar, ihtilal yapıp ülke yönetimine el koymuş olan asker yöneticilerin şımarıklığının bir göstergesi idi. Bütün bunları düşünürken ifade vermem için beni karakola göndermişlerdi. Karakola gittiğimde neyin ifadesini vereceğimi bilemiyordum. Oradaki görevlilere durumu anlatıp burada benim ifade vermem gerekiyormuş dediğimde onlardan aldığım cevap " İfade verecek bir durum yok!" olmuştu. Yapacak başka bir şey olmadığından bu cevabı aldıktan sonra oradan ayrılıp askerlik şubesine gitmiştim.
Tam işler yoluna girdi diye düşünüp sevinirken askerlik şubesindeki görevli ifade vermem için beni tekrar karakola göndermişti. Karakol yine "ifade verecek bir durum yok" deyip beni tekrar geri göndermişti. Artık askerlik şubesi ile karakol arasında mekik dokumaya başlamıştım. İlçede yaşadıklarım vilayette yaşadığım zorluklardan daha çok ağrıma gidiyordu. Bana yapılanlar apaçık bir zulümdü ve suçum ise sadece başımdaki kasketi çıkarmam demek olmuştu. Bu cevabı vermekle hatalı olabilirdim. Ancak askeri yetkili şahsın başımdaki şapkayı görüp köylü bir vatandaş olarak beni hakir görüp azarlaması çok zoruma gitmişti. Nazik bir şekilde "Beyefendi lütfen kasketinizi çıkarabilir misiniz? demiş olsa daha iyi olmaz mı idi. Tabi ki çok daha iyi olurdu. Beni olumsuz bir cevap vermem askerin emrine itaat etmemek yani ona karşı gelmekti. Sen misin emre itaat etmeyen öyle ise sana bir çektirelim de o zaman görürsün denilmişti. Demek ki askeri bir yönetimde vatandaşa davranış böyle oluyor idi. İnanın tam 7 gün boyunca şube ile karakol arasında gidip gelmiştim.
Artık askerlik belgesi almayı unutmuş şube ile karakol arasında gidip gelmelerden nasıl kurtulacağımı düşünmeye başlamıştım Bu gidip gelmeler artık canıma tak etmişti. Bu çileden kurtulabilmek için durumu ilçe Kaymakamına arz etmek aklıma gelmiş ve hemen hükümet binasına gitmiştim. Aksilikler peşimi bir türlü bırakmıyordu. Bu sefer de kaymakamlığın kapısındaki görevli lakayt bir şekilde Kaymakam Bey'in meşgul olduğunu belirterek beni içeri almak istememişti.
Hâlbuki buraya derdime derman bulunması umuduyla gelmiş ama yine olumsuz bir durumla karşılaşmıştım. Tabi İçeriye alınmamam karşısında adeta şuurumu kaybetmiş ve çok öfkelenmiştim. Kasketim başımda mı yoksa elimde mi idi onu pek hatırlamıyorum. Belki bana reva görülenler hiçbir günahı olmayan bu kasketim yüzünden idi. Kasketli halimle köylü bir vatandaşı temsil ediyordum. Bu halimle devlet memurları beni cahil görüyorlar ve onun için bana böyle davranıyorlardı. Acaba bu memurlar Mustafa Kemal Atatürk'ün "Köylü milletin efendisidir" sözünü hiç duymamışlar mıydı?
Duymuş iseler neden böyle davranıyorlardı? İşte bana gösterilen olumsuz tavırlar karşısında bunları düşünmüştüm.
Artık ne olacaksa olsun diyerek beni içeri almayan kaymakamlıktaki görevliye karşı kendimi savunmaya ve onunla yüksek sesle tartışmaya başlamıştım. Bağrışmalarımızı ve serzenişlerimi Kaymakam Bey içeriden duymuş olacak ki dışarı çıkıp görevliye nelerin olduğunu sormuştu. Ben de, görevli memurun cevap vermesine fırsat vermeden;
- Sayın kaymakamım çok zor durumdayım, size bir durumu arz etmek istiyorum, demiştim. Kaymakam Bey beni içeri almıştı ancak önemli bir yere gideceğini, beni ancak öğleden sonra dinleyebileceğini söylemişti.
Öğleden sonra Kaymakamlığa geldiğimde ise Kaymamak Bey yerinde yoktu. Ertesi gün geldiğimde yine Kaymakam Bey'i bulamamıştım. Oradaki görevliler "Kaymakam Bey Yerinde Yok" diyor başka bir şey demiyorlardı. Tüm umutlarımı yitirmiş ve bitkin bir halde kaymakamlık merdivenlerinden inerken, görevli ile önceki tartıştırmamıza şahit olan memur olduğunu zannettiğim bir şahıs bana;
Kaymakam Beyi mi arıyorsun? diye sormuş, bende "Evet" cevabını vermiştim. Bu şahıs bana Kaymakam Bey'in bir toplantıda bulunduğunu söyleyerek toplantının yapıldığı yeri tarif etmişti. Hiç vakit kaybetmeden tarif edilen yere gitmiş ve kapıyı vurarak içeri girmiştim. İçeri girdiğim zaman Kaymakam Bey beni görmüş ve tanımıştı. Bana dönüp, derdini anlat, dediğinde bende ona başımdan geçenleri tek tek anlatmıştım.
Anlattıklarımı dikkatlice dinleyen Kaymakam Bey, senin işini hallederim ama ortada bir sorun var, Jandarma bana bağlı olduğundan oradaki sorunu çözerim, askerlik şubesi ise bana bağlı değil, onun için oradaki sorun için ancak ricada bulunabilirim, demişti. Daha oradan ayrılmadan hemen telefonu eline almış ve birileri ile konuşmaya başlamıştı. Konuşması bittikten sonra da senin işin tamamdır, hemen şubeye git demişti.
Koşarcasına Askerlik Şubesine gitmiş ve askerlikle ilişkim olmadığına dair belgeyi büyük bir mücadelenin sonunda almayı başarabilmiştim. Tabi bu arada karakola ifade verme meselesi de halledilmişti. Yurt dışı için gerekli olan birkaç belgeyi on beş günde ancak hazırlayabilmiştim. Belgeleri hazırlamıştım artık köye gidip dostlara veda edip İstanbul'a dönmek zamanı gelmişti. Vilayetin uzak olmasının insanımıza ne gibi sıkıntılar ve zorluklar yaşattığını 1980 yılında bizzat yaşayarak görmüştüm...
Çektiğim sıkıntıları ve devlet dairelerinde yaşadıklarımı hayatım boyunca hiç unutmayacağıma ve bunları ibret almaları için gelecek nesillere anlatacağıma kendi kendime söz vermiştim.... Bugün ise o günlerde yaşadıklarımı size anlatarak o sözümü yerine getirmenin sevincini ve mutluluğunu yaşıyorum...."
Yüksel Ağabeyin yukarıda anlatmış oldukları 1980 yılında yaşanmıştır. Ancak kış mevsiminde vilayetimize ulaşmak için aynı zorluklar çoğu kez bu günde yaşanmaktadır. Resmi bir iş için ilçeden kalkıp vilayette gidildiğinde aynı gün o işi bitirip ilçeye geri dönmek çoğu kez mümkün olmamaktadır.
Aradan geçen bu otuz yıl içinde ülkemizde çok büyük değişikliklerin olmuştur. Şehirlerarası birçok duble yol yapılmış, özellikle telekomünikasyon ve bilgisayar sisteminde meydana gelen gelişmelerle kurumlar arasındaki iletişim hızlandırılmıştır. Kamu görevlileri, eğitilmiş ve onların vatandaşlara olan bakış açıları da değişmiştir. Bazı kamu birimlerinde bir takım aksaklıklara rastlasak da, birçok birimde memurlarımız özverili bir şekilde vatandaşlarımıza hizmet vermeye gayret etmektedirler.
Geçtiğimiz otuz yıl içinde, birçok şey değişmiş ve birçok eksiklik giderilmiş ama bölgemiz için hala değişmeyen bir şey var. Peki, otuz yıldır Şebinkarahisar halkı için değişmeyen bu şey nedir?
Bu sorunun cevabını siz değerli Şebinkarahisarlı hemşerilerime bırakıyorum. Yukarıda hemşerimizin yaşanmış olduğu olayı ve buna benzer yaşanan yüzlerce olayı, bizi idare eden yetkililerimiz yeniden değerlendirip de Şebinkarahisar'ın il olmasının Şebinkarahisar halkı için ne derece lüzumlu ve gerekli olduğunu herhalde bir daha gözden geçirme gereğini duyarlar. Şırnak'ın il yapılması bir takım siyasal ve sosyal sebepler dayandırılmış ise, Şebinkarahisar'ın il yapılması da acaba buna benzer sebeplere dayandırılamaz mı?
Şebinkarahisarlılar olarak, Eğribel'e tünel yapılacağı ile ilgili haberlere sevindik. İnşallah gerçekleşir. Eski vilayetimiz olan şimdiki ilçemizin tekrar il olması yolunda atılacak her adım da bizi çok sevindirecektir.
Sağlıcakla kalınız.
Etiketler : KAYBEDİLEN İLİMİZ ŞEBİNKARAHİSARIN BİR HİKAYESİ